ISSN 1307-8593 | E-ISSN 2458-9586
7tepe Klinik Dergisi - Yeditepe J Dent: 15 (3)
Cilt: 15  Sayı: 3 - 2019
1.
2019-3 Cilt Tüm Dergi
2019-3 Vol Full Printed Journal

Sayfa I

2.
Kapak
Cover

Sayfa II

3.
İçindekiler
Contents

Sayfalar III - IV

ÖZGÜN ARAŞTIRMA
4.
Küçük yaş grubundaki çocuklarda dental rahatsızlık anketi’nin Türkçe güvenirliği ve geçerliğinin değerlendirilmesi: Pilot çalışma
Evaluation of Turkish validity and reliability of dental iscomfort questionnaire on young children: A pilot study
Güler Burcu Senirkentli, Resmiye Ebru Tirali
doi: 10.5505/yeditepe.2019.94899  Sayfalar 275 - 279
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada okul öncesi çocuklarda dental ağrının değerlendirilmesi amacı ile geliştirilen Dental Rahatsızlık Anketi (DRA)’nin Türkçe uyarlamasının geçerliği ve güvenirliğinin değerlendi-rilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Başkent Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Çocuk Diş Hekimliği Anabilim Dalı’na Ocak 2017- Ekim 2017 tarihleri arasında başvuran 2-6 (ortalama 3,84) yaşları a-rasındaki ASAI risk grubunda yer alan 120 hasta dahil edilmiştir. Kültürel olarak uyarlanmış sorular ebeveynler tarafından herhangi bir dental müdahale yapılmadan önce cevaplanmıştır. Ölçeğinin güvenilirlik çalışması kapsamınd iç tutarlılık Cronbach alfa katsayısı, test-tekrar test tutarlılığı Sınıf İçi Korelasyon Katsayısı (SKK) ile değerlendirilmiştir. DRA'nın Türkçe versiyonunun geçerliliği ile, toplam DRA puanı ile dmft skoru arasındaki ilişki Spearman korelasyon katsayısı ile incelenmiştir.
BULGULAR: DRA anketi Türkçe versiyonu ile dmft indeksi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmazken p>0,05 aralarında pozitif korelasyon olduğu görülmüştür (r=0,145). Cronbach’s Alpha katsayısı ile güvenirlik hesaplaması sonucu güvenirlik 0,799 ve iç tutarlılık analizi yapıldığında iç tutaralık değeri 0,813 olarak bulunmuştur. Yapılan test-tekrar test uyum katsayısı 0.988 bulun-muştur (p<0,001). DRA Türkçe versiyonunda kız (7,78±5,16) ve erkek çocukların (8,67±5,05) total DRA puanları arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0,05). DRA toplam puanının cinsiyete göre değişmediği ve DRA Türkçe versiyonu ile yaş arasında zıt yönlü bir ilişki olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DRA’nin Türkçe versiyonunun geçerli ve güvenilir bir ölçek olduğuna karar verilmiştir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate the reliability and validity of the Turkish version of the Dental Discomfort Questionnaire (DRA) developed for evaluating dental pain in preschool children.
METHODS: The study included 120 patients in the ASAI risk group between 2-6 (me-an 3.84) years, who applied to Başkent University School of Dentistry Department of Pediatric Dentistry between January 2017 and October 2017. Culturally adapted questions were answered by parents prior to any dental intervention. In the reliability study of the scale, internal consistency was assessed by Cronbach's alpha coefficient and test-retest consistency was assessed by Intraclass Cor-relation Coefficient. The validity of the Turkish version of the DRA investigated by Spearman cor-relation coefficient between total score and dmft/dft score.
RESULTS: Although there was no statistical significance between the Turkish version of the DRA questionnaire and the DMFT/dft index (p = 0.111), it was found that there was a positive correlati-on (r = 0.145). When the reliability and internal consistency analysis were performed with Cron-bach's Alpha coefficient, internal consistency value was found as 0.813. Test-retest consistency co-efficient was 0.988 (p <0.001). There was no significant difference between the DRA scores of girls (7.78 ± 5.16) and boys (8.67 ± 5.05) in Turkish version of DRA (p> 0,05). DRA total score does not change according to sex. DRA was found to have an opposite relationship between the Turkish ver-sion and age.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Turkish version of DRA was found to be a measurement tool with statistically high validity and reliability indices.

5.
Eğri kanalların şekillendirilmesinin üç farklı kök kanal eğimi ölçüm yöntemi ile karşılaştırılması
Comparison of curved canal preparations by means of three different root canal curvature measurement techniques
Dilek Turkaydin, Fatima Betul Basturk, Seda Özyöney, Yıldız Garip Berker, Hesna Sazak Öveçoğlu, Mahi&775;r Günday
doi: 10.5505/yeditepe.2019.51422  Sayfalar 280 - 284
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı iki farklı döner eğe sisteminin, orijinal kök kanal eğimi üzerindeki etkilerinin üç farklı kök kanal eğimi ölçüm tekniği ile karşılaştırılarak incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz adet çekilmiş alt çene birinci ve ikinci büyük azı dişinin meziyobukkal kanalları Mtwo veya ProTaper ile şekillendirilmek üzere eşit olarak iki gruba ayrılmıştır. Dişler şeffaf akrilik rezin içine gömüldükten sonra pre-operatif radyografileri çekilmiştir. Her iki döner eğe sisteminin eğeleri üretici firma talimatları doğrultusunda kullanılmıştır. Meziyobukkal kanalların başlangıç ve işlem sonrası açısal ve doğrusal değerleri AutoCAD R12 programı kullanılarak radyografiler üzerinden hesaplanmıştır.
BULGULAR: Her iki grupta da genişletme sonrası kanal giriş açıları (CAA) ve Scheider açıları (SA) anlamlı derecede azalmıştır (p≤ 0.005). Genişletme sonrası AC uzunluğu (kanal girişi ile kanalın uzun aksından ayrılmaya başladığı nokta arası mesafe) sadece ProTaper gurubunda belirgin olarak artmıştır (p=0.005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mtwo grubunda AC uzunluğunda değişiklik olmaması kanalın orjinal eğimini koruduğunu göstermektedir. Kök kanal şekillendirilmesi sonrası kanal eğimlerindeki değişikliklerin ölçülmesinde CAA ve SA açılarının yanısıra işlem sonrası AC uzunluğu da ölçülmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the effects of two different rotary systems on the original canal curvature by means of three different root canal curvature measurement techniques.
METHODS: Mesiobuccal canals of thirty extracted human mandibular first and second molar teeth were equally allocated into two groups: Mtwo or ProTaper. After embedding in clear acrylic resin, preoperative radiographs were taken. Both systems were used according to the manufacturers’ instructions. Pre- and postoperative angular and linear values of mesiobuccal canals were obtained from radiographs using AutoCAD R12.
RESULTS: In both groups, the postoperative canal access angle (CAA) and Schneider angle (SA) were significantly decreased (p≤ 0.005). Postoperative AC distance (the distance between canal entrance and the point that the canal begins to move away from the long axis) significantly increased only in the ProTaper group (p=0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The lack of a change in the AC distance in the Mtwo group indicated that the original canal curvature was maintained. Postoperative AC distance should also be measured, besides CAA and SA, in order to evaluate changes in the root canal curvature after root canal preparation.

6.
Alveol kret yetersizliğinin extraoral otojen onley kemik greftleri ile ogmentasyonda tünel ve krestal isizyon tekniklerinin karşılaştırılması
Comparison of tunnel and crestal incision techniques in alveolar cret deficiency using extraoral autogeneous onley bone grafts
Tuba Develi, Muazzez Süzen, Nur Altıparmak, Abdullah Ozel, İ. Sina Uçkan
doi: 10.5505/yeditepe.2019.49469  Sayfalar 285 - 290
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı alveoler kret yetersizliğinde krestal ve tünel olmak üzere 2 farklı insizyon tekniği kullanılarak ekstraoral donör sahadan alınan otojen kemik greftin yerleştirilmesinden sonra meydana gelen alıcı bölgedeki komplikasyonların karşılaştırılması ve değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 13 hastadaki iliak greft ile ogmente edilen 14 krestal, 27 tünel yöntemi olmak üzere 41 bölgedeki minör (greftte minör açılma, vida başının açılması, sütur açılması, geçici parestezi, ılımlı ve/veya orta şiddette enfeksiyon) ve majör (greft kaybına neden olan enfeksiyon, majör açıklık, kalıcı parestezi) komplikasyonlar retrospektif olarak değerlendirilmiş ve iki farklı insizyon tekniği karşılaştırılmıştır. Ayrıca donör saha morbiditeleri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Tünel insizyon tekniği kullanılan grupta minor komplikasyon oranı %29.6 iken majör komplikasyon görülmemiştir. Krestal insizyon yapılan grupta % 50 minör komplikasyon ve %28.6 majör komplikasyon görülmüştür. İki farklı insizyon tekniği kullanılan gruplar arasında minör ve majör komplikasyon oranlarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. İlaveten krestal teknikte ogmente edilen bölge sayısı ile minör komplikasyon oluşma riski insidansı arasında anlamlı ters korelasyon görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ekstraoral otojen greftlerde subperiosteal tünel yaklaşımı krestal yaklaşıma göre alıcı saha komplikasyon oranı dikkate alındığında daha başarılı ve alternatif bir yöntem olabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare and evaluate two techniques’, crestal and tunnel incision, complications after extraoral autogenous bone grafting at recipient area, which are used to treat alveol crest insufficiency.
METHODS: Minor complications (minor openning in graft, opening of screw head, suture opening, temporary paresthesia, mild/moderate infection) and major complications (Infection causing graft loss, major opening, permanent paresthesia) of 41 graft sites (14 crestal and 27 tunnel methods) which were augmented with iliac graft in 13 patients are evaluated and compared with two different techniques retrospectively. Furthermore, donor area morbidities were evaluated.
RESULTS: While minor complication rate in the group where tunnel incision technique used is 29.6%, major complication is not encountered. In the crestal incision group, 50% minor complication and 28.6% major complication are encountered. Minor and major complication rates among groups were statistically significant. In addition, significant negative correlation was found between the number of region which is augmented with crestal technique and incidence risk that leads minor complication.
DISCUSSION AND CONCLUSION: When considered recipient graft site complication rate, subperiosteal tunnel approach was found more successful than crestal approach and it can be an alternative method to extraoral autogenous grafting technique.

7.
Karma dişlenme döneminde sabit dil paravanı uygulanan ön açık kapanış vakalarında yumuşak doku değişikliklerinin 3-boyutlu değerlendirilmesi
Three-dimensional evaluation of soft tissue changes after fixed palatal crib application in anterior open-bite cases
Taner Öztürk, Nisa Gül Amuk
doi: 10.5505/yeditepe.2019.52244  Sayfalar 291 - 297
GİRİŞ ve AMAÇ: Ön açık kapanışa neden olan parmak emme ve dil itme gibi kötü alışkanlıkların sabit dil paravanı apareyi ile engellenmesi sonucu meydana gelen yumuşak doku değişikliklerinin üç boyutlu fotoğraflar yardımıyla değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Parmak emme ve dil itimi sonucu ön açık kapanışa sahip 9 kadın (ort. yaş: 9,45 ± 1,33 yıl) ve 6 erkek (ort. yaş: 8,50 ± 0,71 yıl) hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların tedavileri (ort. tedavi süresi: 0,6±0,1 yıl) üst çene daimî birinci molar dişlerine yapıştırılan sabit dil paravanı apareyi ile gerçekleştirilmiştir. 3dMD fotoğraf cihazı ile tedaviden hemen önce (T0) ve aparey çıkarılmasından hemen sonra (T1) alınan 3 boyutlu fotoğraflarda yüz analizleri ve dijital kumpas ile overjet ve overbite ölçümleri yapılmıştır. Alınan fotoğraflar üzerinde 16 adet mesafe ve 6 adet açısal ölçüm için 3dMD Vultus programından faydalanılmıştır. İstatistiksel değerlendirmeler Wilcoxon analizi ve Pearson korelasyon analizi kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR: Tedavi sonunda kötü alışkanlıklar elimine edilmiştir, elde edilen overbite artışı (ort. 3,23±1,81 mm) istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Üst dudak uzunlukları artarken (p<0,005) ve alt dudak uzunlukları azalmıştır. Overjet ile TVL-Ls uzaklığı (r=-0,803; p<0,05) arasında negatif yönlü korelasyon olduğu görülmüştür. Overbite ile TVL-Bs uzaklığı arasında pozitif yönlü güçlü bir korelasyon olduğu görülmüştür (r=0,756; p<0,01). Gerçek dikey düzleme göre SPog ve SB noktalarının ileri hareketi istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dil paravanı apareyi parmak emme ve dil itimi sonucunda görülen ön açık kapanışın tedavisinde; overbite, alt çene yumuşak doku projeksiyonu ve dudaklarda pozitif yönlü değişimler sağlamıştır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the soft tissue changes after the fixed palatal crib application in patients with the anterior open bite as the result of bad habits such as thumb sucking and tongue thrusting using three dimensional photographs.
METHODS: Nine females (mean age: 9.45 ± 1.33 years) and six males (mean age: 8.50 ± 0.71 years) with anterior open bite due to thumb sucking and tongue thrusting were included in the study. Patients' treatments (mean treatment time: 0.6±0.1 years) were performed with fixed palatal crib attached to the upper first molar teeth. Overjet and overbite measurements were performed with digital calipers and 3D photographs taken before (T0) and after (T1) treatment with 3dMD photographic device were used facial analyses. 16 distance and 6 angular measurements were achieved using 3dMD Vultus program. Wilcoxon test and Pearson correlation analysis was used for statistical evaluation.
RESULTS: At the end of treatment, bad habits have been eliminated and statistically significant increase was detected in overbite (mean 3.23 ± 1.81 mm, p<0.05). While The upper lip (p<0.005) and lower lip measurements incerased. Negative correlations were found between overjet and TVL-Ls distance (r = -0.803; p <0.05). There was a positive positive correlation between overbite and TVL-Bs distance (r = 0.756, p <0.01). The forward movement of SPog and SB points was found to be statistically significant (p<0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Fixed palatal crib appliance provided positive treatment effects by the changes in overbite, mandibular soft tissue projections and lips in the patients with the anterior open bite due to the thumb sucking and tongue thrusting habits.

8.
Oral ve maksillofasiyal patolojilerin incelenmesi: 5 yıllık retrospektif çalışma
Investigation of oral and maxillofacial pathologies: A 5-year retrospective study
Eda Didem Yalçın, Çiğdem Bozan
doi: 10.5505/yeditepe.2019.13008  Sayfalar 298 - 304
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Gaziantep Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ne başvuran her yaş grubu ve cinsiyetten oluşan olgulardan elde edilen ve histopatolojik tanısı konulan oral ve maksillofasiyal lezyonların sıklığını, dağılımını, yaş ve cinsiyete göre belirlemek ve literatüre kazandırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2015 yılları arasında Gaziantep Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi Anabilim Dalı'nda bulunan histopatolojik tanılı oral ve maksillofasiyal bölge patoloji verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Lezyonlar inflamatuvar/reaktif, kistik ve tümör/tümör benzeri olarak sınıflandırılmış ve yaş, cinsiyet, histopatolojik tanı ve bulunduğu bölgelere göre dağılımları incelenmiştir. Değişkenler tanımlayıcı istatistikler kullanılarak analiz edilmiştir.
BULGULAR: Maksillofasiyal lezyonu bulunan toplam 374 olgunun 184’ü (%49,2) erkek, 190'ı (%50,8) kadın olup yaş ortalaması 36,7±18,3’tür. 18 yaş altı olguların sayısı 75 (%20,1), 18 yaş ve üzeri olguların sayısı 299’dur (%79,9). Bu lezyonların 157'si inflamatuar/reaktif (%42), 125'i (%33,4) kist ve 92'si tümör/tümör benzeri lezyon (%24,6) olarak bulunmuştur. En sık bildirilen tanı radiküler kist (%24,6) olup bunu iltihabi granülasyon dokusu (%22,2) izlemiştir. İnflamatuar/reaktif lezyonlarda en sık karşılaşılan iltihabi granülasyon dokusu (%52,9) ve kistler içinde en yaygın görülen radiküler kisttir (%73,6). Benign lezyonlar malign lezyonlardan 11,9 kat daha yaygın bulunmuştur. Tümör/ tümör benzeri lezyonların %92,4'ünün benign, %7,6'sının malign olduğu saptanmıştır. Periferal dev hücreli granülom (%31,5), tümör/tümör benzeri lezyonlar arasında en yaygın olanıdır. Skuamöz hücreli karsinom en sık görülen malign tümör/tümör benzeri lezyondur ve tüm malignitelerin %28,5'ini oluşturmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu retrospektif çalışma, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki bir grup Türk popülasyonunda oral ve maksillofasiyal bölgedeki inflamatuar/reaktif lezyonlar, kistler ve tümör/tümör benzeri lezyonların dağılımı, sıklığı ve özelliklerinin farklı popülasyonlardaki çalışmalar ile karşılaştırma yapmayı sağlamakta ve maksillofasiyal lezyonların tanısal önemini göstermektedir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to detect the distribution and frequency of oral and maxillofacial lesions obtained from the cases of whole age groups and genders who applied to Gaziantep University Faculty of Dentistry according to age and gender.
METHODS: Oral and maxillofacial pathologies with histopathological diagnosis in Gaziantep University Faculty of Dentistry, Oral and Maxillofacial Radiology Department between 2010-2015 was investigated retrospectively. The lesions were classified as inflammatory/ reactive, cystic and tumor/tumor-like and the variables were examined as followed: age, gender, histopathological diagnosis and distribution of the regions. The obtained data were analyzed using descriptive statistics.
RESULTS: A total of the 374 cases with maxillofacial lesions, 184 (49.2%) were male and 190 (50.8%) were female. The average age was 36.7±18.3 years. The number of cases under the age of 18 years was 75 (20.1%) and the number of cases aged 18 and over was 299 (79.9%). These lesions, 157 were inflammatory/reactive (42%), 125 (33.4%) were cyst and 92 were tumor/tumor-like lesions (24.6%). The most frequently encountered diagnosis was radicular cyst (24.6%) followed by inflammatory granulation tissue (22.2%). Among the inflammatory/reactive lesions, the most prevalent was inflammatory granulation tissue (52.9%). Radicular cyst was the most frequent among the cysts (73.6%). Benign lesions 11.9 times more common than malignant lesions. The rate of benign tumor/ tumor-like lesions was 92.4%, whereas the rate of malignant lesions was 7.6%. Peripheral giant cell granuloma (31.5%) was the most common tumor/tumor-like lesion. Squamous cell carcinoma was the most common malignant tumor/tumor-like lesion and constituted 28.5% of overall malignancies.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The present study ensures that the distribution, frequency and characteristics of inflammatory/ reactive lesions, cysts and tumor/tumor-like lesions in the oral and maxillofacial region in a group of Turkish population, especially in the Southeastern Anatolia Region, make comparison with studies in different populations and shows the diagnostic importance of maxillofacial lesions.

9.
Odontojen kistlerde yağ bezi lobulüsü
Sebaceous glands within odontogenic cysts
Nihan Aksakallı
doi: 10.5505/yeditepe.2019.70288  Sayfalar 305 - 310
GİRİŞ ve AMAÇ: Dermoid kistlerde bulunan yağ bezi lobulüsü odontojen kistlerde enderdir. Dermoid kistler yavaş büyür ve biyolojik davranışları sesizdir, kist çıkartıldıktan sonra yerel yineleme görülmez. Oysaki bazı gelişimsel odontojen kistler lokal agresif bir klinik gidiş gösterir, yerel yineleme oranları yüksektir; bu tip kistlerde yağ bezi lobülüsü bulunabilir. Bu çalışmanın amacı yağ bezi lobülüsü içeren odontojen kistlerin klinik ve histopatolojik olarak incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada yağ bezi lobulüsü içeren 14 odontojen kist olgusunun histopatolojik özellikleri, yağ bezi lobulüslerinin sayısı ve yerleşim özellikleri dikkate alınarak incelendi. Histokimyasal (PAS) ve immunhistokimyasal (S100 proteini, Pan Sitokeratin, Sitokeratin 19 and EMA ) incelemeleri de yapıldı.
BULGULAR: Çalışmada 14 olgu incelendi, bunların 9’u erkek (%64), 5’i (%36) kadındı. 14 odontojen kist olgusunun, 10’u mandibulada, 4’ü maksillada bulunuyordu. Lezyonların hepsi gelişimsel odontojen kistti. Mikroskopik incelemede 11 olguda yağ bezi lobulusü yalnızca fibrotik kist duvarında, 1’inde yağ bezi lobulüsü epitel içinde yer almıştı, 2’sinde ise hem epitel içinde, hem epitelin hemen altında, hem de fibrotik duvarda izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bir kistte histopatolojik olarak yağ bezi lobulüsü görüldüğünde dermoid kist tanısı koyulması eğilimi vardır. Bu nedenle ayırıcı tanıya yağ bezi lobulüsü içeren odontojen kistlerin alınması hasta yönetimi ve farklı izlem seçenekleri açısından oldukça önemlidir.
INTRODUCTION: Sebaceous glands are rarely observed in odontogenic cysts whereas these structures are the histopathologic features of dermoid cysts. Dermoid cyst growth is slow and its biologic behaviour is silent; after the cyst is removed, recurrence is not observed. However, there are some developmental odontogenic cysts that have a local aggressive course and high levels of recurrence and sebaceous glands may present in these types of cyst. The aim of the study is to evaluate the histopathologic and clinical features of odontogenic cyst with sebaceous gland.
METHODS: 14 odontogenic cysts with sebaceous glands were reported in the present study. Histopathological features, locations and numbers of sebaceous glands were evaluated. Histochemical (PAS) and immunohistochemical (S100 protein, Pan Cytokeratin, Cytokeratin 19 and EMA ) examinations were also performed.
RESULTS: In the present study, 14 patients, 9 (64%) male and 5 (36%) female with a mean age of 42 years were included. The cysts were located in the mandible of 10; while four of them were in the maxilla. All lesions were developmental odontogenic cysts. Microscopic evaluation revealed that sebaceous glands were only in the fibrotic cyst wall in 11 cases, in the intraepithelial location in 1 case and 2 cases showed three different sites as intraepithelial, subepithelial and wall.
DISCUSSION AND CONCLUSION: When the sebaceous glands are observed histopathologically, there is a tendency to diagnoisis as a dermoid cyst. Therefore, the differential diagnosis between odontogenic cyst with sebaceous glands and intraosseous dermoid cysts has great importance for management or different follow-up options.

10.
Maksillofasiyal kırık olgularının değerlendirilmesi: Retrospektif bir çalışma
Evaluation of maxillofacial fracture cases: A retrospective study
Hatice Hoşgör, Fatih Mehmet Coskunses, Bahadir Kan
doi: 10.5505/yeditepe.2019.08108  Sayfalar 311 - 316
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kırıkların; yaş, cinsiyet, yaralanma mekanizması ve kırıkların anatomik lokasyonu ile ilişkilerinin karakterize edilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Maksilla veya mandibula kırığı tanısı ile Temmuz 2013-Haziran 2018 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız Diş Çene Cerrahisi Anabilim Dalı'na başvuran ve tedavi edilen 79 hasta çalışmamıza dahil edildi. Yaş, cinsiyet, etiyoloji, zaman dağılımı, kırık yeri ve tedavi protokolleri ile ilgili veriler toplandı ve değerlendirildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya 101 kırığı olan toplam 79 hasta dahil edildi. Sonuçlar, yaşları 7 ile 65 arasında değişen ve yaş ortalaması 31,36 ± 13,07 olan 58 (%73,4) erkek ve 21 (%26,6) kadından elde edildi. Trafik kazaları (%30,4) travma etiyolojisinin en önemli nedeniydi ve bunu darp (%27,8) ve düşmeler (%17,7) izlemekteydi. En sık kırılan anatomik bölgeler angulus (%34,6) ve parasimfiz bölgeler (%17,8) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Maksillofasiyal kırıklar çeşitli yüz travmalarından kaynaklanmaktadır. Trafik kazası ve darp, bu kırıklar için en yaygın etiyolojik faktörlerdir. Toplumdaki düşmeleri, trafik kazalarını ve saldırganlığı azaltmak için önleyici eylemlerin daha iyi anlaşılması, insanların yaşam kalitesi açısından yararlı olabilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to characterize the fractures in relation to age, gender, mechanism of injury, and anatomic location of fractures.
METHODS: Seventy-nine patients admitted to the Department of Oral and Maxillofacial Surgery of Kocaeli University Faculty of Dentistry between July 2013 and June 2018 with the diagnosis of the maxilla or mandible fracture and who have been treated, were included in our study. Data were collected regarding age, sex, etiology, time distribution, site of the fracture, treatment protocol and evaluated.
RESULTS: A total of 79 patients with 101 fractures were included in this study. The results were achieved from 58 (73.4%) males and 21 (26.6%) females, whose ages ranged from 7 to 65 years and the mean age was 31.36±13.07. Traffic accidents (30.4%) were the major cause of etiology of the trauma and followed by violence (27.8%) and falls (17.7%). The most common fractured anatomic sites were angulus (34.6%) and parasymphyseal regions (17.8%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Maxillofacial fractures result from various types of facial trauma. Traffic accident and violence are the most common etiological factors for these fractures. A deeper understanding of preventive actions to reduce falls, traffic accidents and aggression in the population can be beneficial to people in terms of quality of life.

11.
Onley blok greftleme sonrası kazanılan kemik miktarının dental volumetrik tomografi ile değerlendirilmesi
The evaluation of acquired bone volume with onlay block grafting by dental volumetric tomography
Çağrı Burdurlu, Fatih Cabbar, Volkan Dağaşan, Sezer Işıksaçan
doi: 10.5505/yeditepe.2019.03016  Sayfalar 317 - 321
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda ramus veya simfizden alınan blok greftlerle kazanılan kemik miktarlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Horizontal veya kombine alveolar defekti bulunan 15 hastanın radyolojik görüntüleri restrospektif olarak incelenmiştir. Defektler ramus veya simfiz bölgesinden alınan otojen blok greftlerle ogmente edilmiştir. Pre-op ve post-op 6. ayda alınan dental volumetrik tomografi (DVT) görüntüleri ile kazanılan kemik miktarları değerlendirilmiştir. Sonuçlar Wilcoxon, Mann Whitney U ve Pearson Korelasyon testleri ile değerlendirilmiştir (p<0,05).
BULGULAR: Kadın hastaların post-op kemik kalınlığı değerleri pre-op kemik kalınlığı değerlerinden istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,003). Ramus grubunda kazanılan kemik miktarı simfiz grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,002).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tüm hastalarda en az 4 mm çapında implant yerleştirilebilecek yeterli horizontal kemik hacmi elde edilmiştir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the acquired bone volume obtained from ramus or symphysis block grafts.
METHODS: This retrospective study was conducted on 15 patients with horizontal or combined alveolar bone defects. They were treated by autogenous bone blocks harvested from the ramus or symphysis. Bone volumes were measured pre-op and post-op 6th month by dental volumetric tomography images respectively. The results were analyzed by Wilcoxon, Mann Whitney U and Pearson Correlation tests (p<0,05).
RESULTS: Post-op bone volume values are statistically higher than pre-op ones in female group (p=0,003). Acquired bone values of the ramus group is statistically higher than the symphysis group (p=0,002).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In all patients, sufficient horizontal bone volumes were acquired for at least 4 mm diameter implant insertion.

12.
Diş hekimliği öğrencilerinde periodontal risk faktörlerinin ve periodontal hastalık-sistemik bağlantı bilgisinin değerlendirilmesi
Evaluation of risk factors and periodontal disease-systemic connection knowledge in dentistry students'
Ebru Özkan Karaca
doi: 10.5505/yeditepe.2019.05935  Sayfalar 322 - 327
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, dördüncü ve beşinci sınıf dişhekimliği öğrencilerinin periodontal hastalıklarla ilgili sistemik faktörlerini belirleme yeteneğini, sistemik hastalığı olan ve olmayan farklı derecelerde periodontal hastalığı olan bireylerin risk analizlerini ve klinik karar verme becerisini uygulama yeteneğini değerlendirmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, öğrencilerin periodontal hastalık risk faktörlerini ve periodontal hastalığı olan bireylerdeki klinik karar verme yetkinliğini değerlendirmek amacıyla bir anket formu uygulanmıştır. Niteliksel verilerin karşılaştırılmasında Ki-Kare testi, Fisher’s Exact Ki-Kare testi, Continuity (Yates) Düzeltmesi ve Mc Nemar testi kullanıldı. Niceliksel verilerin gruplar arasında karşılaştırmalarında ise Mann Whitney U Test, grup içi değerlendirmelerinde Wilcoxon sign test kullanıldı. Anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya cevap verme oranı yüzde 86’dır. Öğrencilerin belirlenen periodontal risk faktörleri içerisinden doğru olarak en az %40 ve üzerinde seçtiği 3 risk faktörü: Kontrol altında olmayan diyabet, ≥ 6 mm posterior cep ve sigara kullanımı ‘dır. Öğrencilerin aldıkları bilgiye duydukları güven ve risk faktörü bilgisi üst sınıf öğrencilerinde artış göstermiştir. Çalışma, öğrencilerin periodontal hastalıkları etkileyen kritik hastalıkları ve risk faktörlerini oldukça iyi bildiklerini ve tedavi konusunda özgüven sahibi olduklarını ortaya koymuştur. Buna karşın bilgi ile uygulamalı klinik muhakeme kurma arasında bir boşluk olduğunu göstermiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğrenciler risk faktörlerini analiz etmedeki becerilerini klinik senaryolarda kullanamamışlardır. Bu sonuçlar, periodontal hastaların yönetiminde klinik karar vermeyi geliştirmek için diş hekimliği müfredatının gözden geçirilmesi gerektiğini göstermektedir.
INTRODUCTION: This study evaluated the ability of fourth and fifth grade dental students to determine systemic conditions related to periodontal diseases, the most important risk factors for achieving treatment of patients, and the ability to apply this knowledge to make clinical decisions regarding periodontal treatment.
METHODS: A twenty-one-item questionnaire was used in Yeditepe Faculty of Dentistry students to gain knowledge and confidence about clinical decision making at the beginning and end of the year. In order to compare the quantitative data Chi-Square Test, Fisher’s Exact Chi-Square test, Continuity (Yates) Correction and Mc Nemar tests were used. For the comparison of qualitative data between the groups, Mann Whitney U Test and for assessments to be made within the group Wicoxon sign test was used. Significance was evaluated at p<0.05 value.
RESULTS: The response rate was 86 percent. Periodontal risk factors were accurately selected by at least 40 percent of students in both classes; these were poorly controlled diabetes, ≥ 6 mm pockets posteriorly and smoking. The confidence and risk factor knowledge of the students increased in the higher grade students.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the students' ability to recognize critical risk factors affecting treatment and referral is good; however, clinical application of this information has shown a gap between knowledge and applied reasoning. These results indicate that the dental curriculum should be reviewed to improve clinical decision-making in terms treatment criteria in periodontal patient management.

13.
Mandibular kondilar kemiğe ait fraktal boyut değerleri ve dejeneratif eklem hastalığı bulguları arasındaki korelasyon: Dental tomografi temelli bir analiz
Correlations between fractal dimension of mandibular condylar bone and Degenerative Joint Disease - A CBCT based analysis
İsmail Gümüşsoy, Şuayip B Duman, İbrahim S Bayrakdar, Yasin Yasa, Binali Cakur
doi: 10.5505/yeditepe.2019.07769  Sayfalar 328 - 333
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı dental volumetrik tomografi (DVT) kullanılarak elde edilen dejeneratif eklem hastalığında mandibular kondile ait radyografik bulgular ile fractal boyut (FB) değerleri arasında korelasyon olup olmadığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 100 DVT eklem görüntüsü retrospektif olarak incelendi. Hastaların DVT görüntüleri mandibular kondilde eroziv dejeneratif kemik değişimi (DKD) açısından incelendi ve her bir kondil buna göre üç gruba ayrılarak skorlandı (0, 1, 2): 0 normal kondili, 1 kondilde hafif derece eroziv DKD, 2 kondilde ileri derece eroziv DKD göstermektedir. Fraktal analiz (FA), mandibular kondil DVT görüntüleri üzerine uygulandı ve radyografik diagnoz skorları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: cAnova test değerleri, kondilde eroziv DKD olan hastaların FB değerleri ile olmayanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede farklılık olduğunu gösterdi. Hasta grubu 0’da ortalama FB değeri 1.079, grup 2’de 1.052 ve grup 3’de 1.036 idi. Daha yüksek dejeneratif değişimlerin görüldüğü hasta grubu 2’de daha düşük FB değerleri görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, kemik dejenerasyon derecesi arttıkça FB değerlerinin de azaldığını gözlemledik. Bu bulgular konuyla ilgili umut verici bir sonuç ortaya koymakla beraber, bu araştırma FA ve DKD ile ilgili bir ön çalışmadır ve FA‘in klinik olarak uygulanabilir olması için daha ileri çalışmalar yapılmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine whether correlations existed between the fractal dimension (FD) value of the mandibular condyle and radiographic findings of degenerative joint disease (DJD) using cone beam CT (CBCT).
METHODS: 100 TMJ CBCT images were retrospectively analyzed. CBCT images of patients were assessed with regard to erosive degenerative bone change (DBC) in the mandibular condyle. We divided each condyle into 3 groups and scored (0, 1, 2) according to diagnosis of DJD: with 0 indicating normal condyles or non-demonstrable change, 1 indicating mild erosive DBC and 2 indicating severe erosive DBC. Fractal analysis (FA) was applicated to CBCT image of mandibular condyle. FD values were compared with the radiographic diagnosis scores.
RESULTS: ANOVA test showed that there was statistically significant difference between the FD values of patient with erosive DBC and patient having no erosive change. The average FD value of patient group 0 was 1.079, the average FD value of patient group 1 was 1.052, the average FD value of patient group 2 was 1.036. Lower FD values and more severe degenerative changes were seen in patient group 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we found that as the grade of bone degeneration increased, FD values decreased. These findings suggest a promising result in related topic. However, this paper is a preliminary study of FA and DBC. Further studies should be performed to ensure FA is clinically feasible.

14.
Pedodonti kliniği hastalarının ağız boşluğunda Staphylococcus aureus ve metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) varlığı
Presence of Staphylococcus aureus and methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA) in the oral cavity of pedodontics clinics patients
Yeliz Güven, Nursen Topçuoğlu, Nilüfer Üstün, Dicle Aksakal, Mehmet Ziya Doymaz, Oya Aktoren, Güven Külekçi
doi: 10.5505/yeditepe.2019.33254  Sayfalar 334 - 338
GİRİŞ ve AMAÇ: Staphylococcus aureus, normal ağız mikrobiyotası üyesi olarak kabul görmemekle birlikte diş tedavisi gören hastaların metisiline dirençli S. aureus (MRSA) taşıyıcılığı, bakterinin diş kliniklerinin temas edilen yüzeylerine ve diş hekimliği çalışanlarına bulaşması ile sonuçlanabilmektedir. Sağlıklı çocukların ağız boşluğunda S. aureus taşıyıcılık oranları hakkında az sayıda bilgi bulunmaktadır. Bu çalışma, çocuk hastaların ağız boşluğunda S. aureus ve MRSA taşıyıcılık oranlarının ve risk faktörlerinin belirlenmesi amacı ile gerçekleştirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya pedodonti kliniğine ilk kez başvuran 4-15 yaşlarında (ortalama 9,75±2,46) toplam 1000 çocuk dahil edildi. Çocukların önceden geçirilmiş cilt infeksiyonu, intravenöz ya da inhalasyon yoluyla ilaç kullanımı, ailede sağlık çalışanı varlığı, önceden geçirilen diş tedavileri, ağız içinde yer tutucu, aparey varlığı gibi risk faktörleri sorgulandıktan sonra rutin ağız ve diş muayene işlemi yapıldı. Dil sırtından alınan sürüntü örneklerinin mannitollü tuzlu agarda kültürleri yapılarak konvansiyonel bakteriyolojik yöntemlerle tanımlamaları yapıldı. MRSA izolatları spa ve mecA geni pozitifliği ile doğrulandı. Ayrıca Panton Valentin Lökosidin (PVL) geni varlığı ve çeşitli antibiyotiklere direnç durumları araştırıldı.
BULGULAR: S. aureus izole edilen 140 (%14) örneğin 14’ü (%10) metisiline dirençli bulundu. Buna göre tüm çocuklarda MRSA ağız kolonizasyonu oranı % 1,4 olarak belirlendi. MRSA izolatlarının hepsi vankomisin, gentamisin, linezolid, tigesiklin, daptomisin, fusidik asit ve teikoplanine duyarlı bulundu. Eritromisin, klindanmisin, tetrasiklin, trimetoprim-sülfametoksazol ve siprofloksasin direnci sırasıyla, %71,43, %28,57, %21,43, %14,29 ve %7,14 olarak; indüklenebilir klindamisin direnci %28,57 ve çoklu ilaç direnci ise %7,14 olarak belirlendi. İzolatlarda PVL geni saptanmadı. S. aureus ya da MRSA varlığı ile risk faktörleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çocukların ağız boşluğunun sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlara neden olma potansiyeline sahip MRSA için bir rezervuar görevi görebileceği; bu nedenle pedodonti kliniklerinde de diş hekimliğinin her uygulamasının doğal bir parçası olarak standart enfeksiyon kontrolünün kusursuz bir şekilde yerine getirilmesi gerekliliğine dikkat çekilmiştir.
INTRODUCTION: Staphylococcus aureus, although not commonly regarded as a member of the oral microbiota in health, methicillin-resistant S.aureus (MRSA) carriage of patients receiving dental treatment may result in transmission of bacteria to the dental clinical surfaces and dental health care professionals. This study aimed to determine the incidence of S.aureus and MRSA carriage in oral cavity and the associated risk factors in pediatric patients.
METHODS: One thousand children aged between 4-15 (mean age;9.75±2.46) and referred to the pediatric dentistry clinics as their first dental visits were included in the study. The children were evaluated by routine dental examination after they had been questioned for the risk factors. Swab samples collected from the tongue were cultured on mannitol salt agar and then identified by conventional bacteriological methods. MRSA isolates were confirmed detection of either spa or mecA genes. The presence of Panton Valantine Leukocidin (PVL) genes and antimicrobial susceptibility data were also analyzed.
RESULTS: Fourteen out of 140 S.aureus isolated samples were found as resistant to methicillin. Overall colonization rate of MRSA in the oral cavity was detected as 1.4%. All of the MRSA isolates were sensitive to vankomycin, gentamicin, linezolid, tigecycline, daptomycin, tetracycline, fusidic acid and teikoplanin. Resistance to erythromycin, clindamycin, tetracycline, trimethoprim-sulfamethoxazole and ciprofloxacin were detected as 71.43%, 28.57%, 21.43%, 14.29% and 7.14%, respectively. Inducible clindamycin resistance was 28.57% while multidrug resistance was 7.14%. None of the strains were PVL positive. No significant differences were found between the presence of S.aureus or MRSA and associated risk factors (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, the findings of this study have demonstrated that the oral cavity of children can serve as a reservoir for MRSA with the potential to cause healthcare-associated infections; so it has been emphasized that standard infection control protocols must be carried out perfectly as a natural part of every application of dentistry in pedodontics clinics.

15.
Maksiller sinüste alveolar pnömatizasyon ve ilişkili faktörlerin panoramik ve kıbt görüntüleme yöntemleri ile değerlendirilmesi
Evaluation of alveolar pneumatization in maxillary sinus and related factors by panoramic and CBCT imaging methods
Fatmanur Ketenci, Defne Yalçın Yeler, Melike Koraltan, Yener Ünal
doi: 10.5505/yeditepe.2019.73645  Sayfalar 339 - 344
GİRİŞ ve AMAÇ: Sinüs pnömatizasyonu; sinüs hacmini artıran fizyolojik bir süreçtir. Diş hekimliğinde, maksiller posterior bölgeye uygulanacak dental tedavilerde, maksiller sinüste alveolar pnömatizasyon varlığının ve diş köküsinüs ilişkisinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi olası komplikasyonların önüne geçeceğinden dolayı önemlidir. Bu yüzden bu çalışma, klinikte sık tercih edilen panoramik görüntülemenin, konik ışınlı bilgisayarlı tomografiye (KIBT) kıyasla alveoler pnömatizasyon ve diş kökü- sinüs ilişkisini belirlemedeki sensitivite, spesifite ve tanısal doğruluk değerini tespit etmeyi amaçlamıştır. Ayrıca, bu çalışmanın amacı KIBT görüntüleme ile, Türk sub-populasyonundaki pnömatizasyon prevalansı ve alveoler pnömatizasyonların sinüs patolojileriyle ilgili olası ilişkilerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 600 maksiller sinüs görüntüsü panoramik radyografi ve KIBT ile incelendi. Maksiller sinüslerde alveolar pnömatizasyon, mukozal kalınlaşma ve diğer patolojilerin varlığı ile posterior diş kökleri ile sinüs tabanı arasındaki ilişki kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların %81,3’ünde alveolar pnömatizasyon, %63’ünde mukozal kalınlaşma ve %31,7’sinde diğer patolojiler tespit edildi. Yaş grupları arasında pnömatizasyon ve diş kökü-sinüs ilişkisi açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık (p<0,05) olduğu görüldü. Hastaların dişli ve dişsiz olma durumunun pnömatizasyon üzerinde etkili olduğu (p˂0,05) saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Panoramik radyografiler özellikle dişin sinüse komşu olduğu durumlarda olmak üzere, diş köklerini sinüslerle daha ilişkili seviyede göstermektedir. Bu yüzden hekim bazen gereksiz bir perforasyon beklentisine girse de, bu durum hasta açısından bir risk oluşturmaz. Panoramik radyografi diş kökü-sinüs ilişkisinin değerlendirilmesinde kullanılabilir ancak kesin tanı için KIBT tercih edilmelidir.
INTRODUCTION: Sinus pneumatization; is a physiological process that increases the volume of sinus. In dentistry, evaluation correctly of presence the alveolar pneumatization of maxillary sinus and relations between tooth root and the sinus floor is important because of prevent possible complications in dental treatments to be applied to posterior region. Therefore, this study aimed to identify the sensitivity, specificity and diagnostic accuracy of usually preferred panoramic radiography in dental clinics; in detecting alveolar pneumatization and the relations between dental roots and sinus floor compared to CBCT. Additionally, the aim of this study is to evaluate the prevalence of pneumatization in the Turkish sub-population and possible associations with sinus pathologies with CBCT imaging.
METHODS: 600 maxillary sinus images were examined with 'panoramic radiography and CBCT’. In the maxillary sinuses; alveolar pneumatization, mucosal thickening and the presence of other pathologies and the relations between posterior tooth roots and sinus floor were recorded.
RESULTS: Alveolar pneumatization in 81.3% of patients, mucosal thickening in 63% and other pathologies in 31.7% of patients was found. There was a statistically significant difference between age groups in terms of pneumatization and relation between tooth root and sinus floor (p<0.05). Presence or absence of posterior teeth was effective on pneumatization (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Panoramic radiographs show tooth roots more closely related to the sinuses, especially when tooth root is adjacent to sinus. So dentist sometimes anticipates an unnecessary perforation risk, but this condition doesn’t pose a risk for the patient. Therefore panoramic radiography can be used to evaluate the relation between tooh root and sinus floor, but CBCT should be preferred for definite diagnosis.

16.
Diş hekimlerinin enfeksiyon kontrolü, sterilizasyon ve dezenfeksiyon konusundaki duyarlılık ve uygulamaları
Susceptibility and application of dentists in dental infection control, sterilization and disinfection
İsmail Gümüşsoy, Fikriye Kartal, Doğukan Yılmaz, Hande Toptan, Selma Altındiş, Şuayip B Duman
doi: 10.5505/yeditepe.2019.53315  Sayfalar 345 - 348
GİRİŞ ve AMAÇ: Kan ve diğer vücut sıvıları ile bulaşan hastalıklardaki artış diş hekimliği çalışma alanlarında hastalık bulaşının önlenmesinde standart enfeksiyon protokollerinin uygulanması konusunda diş hekimliği çalışanlarında bir farkındalık oluşturmaktadır. Bu protokoller hem hastaları hem de dental çalışanları korumaya yönelik oluşturulmuştur. Bu çalışmanın amacı diş hekimlerinin enfeksiyon kontrolü, sterilizasyon ve dezenfeksiyon konusundaki mevcut uygulamalarının ve duyarlılığının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Türkiye’nin farklı illerinde kamu ve özelde aktif çalışan toplam 102 diş hekiminin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya katılan hekimlere sterilizasyon, dezenfeksiyon ve enfeksiyon kontrolü konulu 28 soruluk bir anket uygulanmıştır.
BULGULAR: Hekimlerin %65’i aerotör/agludruva gibi aletlerin dezenfektan solüsyonlar ile silinmesinin yeterli olmadığını ve her hastada steril edilmesi gerektiğini belirtmesine rağmen hekimlerin ancak %58’i aerotör/ angludruvayı her hastada steril ettiklerini belirtmiştir. Hekimlerin %40’ı dental tedaviler öncesi ellerini sabun/el dezenfektanı ile yıkadığını, %15’i ise bazen yıkamadığını belirtmiştir. Hekimlerin %81’i her zaman maske kullanmaktadır. Ancak hekimlerin sadece %34’ü maskeyi her hastada değiştirdiğini söylemiştir. Hekimlerin %10’nu koruyucu gözlük/siperi hiç kullanmadığını, %32’si ise her zaman kullandığını, %47’si ise her hastada dezenfekte ettiğini belirtmiştir. %56 oranında hekim tedavi esnasında koruyucu giysi kullanmaktadır. Hekimlerin ancak %43’ü enjektör ucunu tek el tekniği ile kapattığını belirtmiştir. Katılımcıların %25’i hastanın tedavisi esnasında temas edilen yüzeyleri su geçirmez bariyerlerle kaplarım/ kaplanmasını sağlarım şeklinde ifadede bulunmuştur. Hekimlerin %25’i ise bu işlemi hiçbir zaman yapmadığını söylemiştir. Hastanın tedavisi sırasında kontamine aeresollerin sıçramasını engellemek için her zaman emiş gücü yüksek aspirator kullanan hekim oranı ise %47’dir. Hekimlerin %68’i sterilize edilemeyen ortak kullanılan aygıtları kullanımdan sonra dezenfekte ederim/ edilmesini sağlarım ifadesinde bulunurken, %10’u bunu nadiren yaptığını belirtmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diş hekimliği çalışanları yüksek oranda enfeksiyon riski taşıyan bir ortamda çalışmaktadırlar ve hem kendilerini hem de hastaları çapraz enfeksiyondan korumak yükümlülüğündedirler. Bu çalışmanın sonuçları hekimlerin enfeksiyon kontrolü, sterilizasyon ve dezenfeksiyon konularında daha dikkatli davranmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: The increase in diseases transmitted with blood and other body fluids constitutes an awareness in dentistry staff about the implementation of standard infection protocols in the prevention of disease transmission in dental clinics. These protocols are designed to protect both patients and dentists. The aim of this study was to investigate the current attitude and susceptibility of dentists in infection control, sterilization and disinfection.
METHODS: This study was conducted with the participation of public and private employees in a total of 102 dentists in different provinces of Turkey. This study consisted of a 28-item questionnaire on sterilization, disinfection and infection control.
RESULTS: Although 65% of physicians stated that it was not enough to disinfect instruments such as aerotor with disinfectant solutions and should be sterilized in each patient, only 58% of the physicians stated that they had sterilized the aerotor in each patient. 40% of the dentists stated that they washed their hands with soap / hand disinfectants before dental treatments and 15% of the dentists did not wash them. 81% of dentists always use masks. However, only 34% of the dentists said that they changed the mask in every patient. 10% of the dentists never use the protective goggles / shields, 32% of them use it all always, 47% of of the dentists disinfect it each patient. 56% of the dentists use protective clothing during treatment. Only 43% of the dentists stated that they closed the injector tip with one hand technique. 25% of the participants stated that they covered with waterproof barriers the surfaces that were contacted during the treatment of the patient. 25% of the dentists said that they never did this process. In order to prevent the splashing of contaminated aerosols during treatment, the rate of dentist using aspirator is 47%. 68% of the dentists stated that they disinfect common devices which cannot be sterilized after use and 10% said that they rarely do this.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dentists usually work in an environment with high risk of infection and are obliged to protect themselves and patients from cross-infection. The results of this study reveal that dentists should be more careful about infection control, sterilization and disinfection.

17.
Gebe kadınların diş ve dişeti sağlığı konusundaki bilinç düzeylerinin incelenmesi
Dental and periodontal health awareness assesment of pregnant women
Selen Gürsoy Erzincan, Gizem İnce Kuka, Hare Gürsoy, Bahar Kuru
doi: 10.5505/yeditepe.2019.27576  Sayfalar 349 - 352
GİRİŞ ve AMAÇ: Periodontal hastalıkların; erken doğum, düşük doğum ağırlığı, gestasyonel diyabet, preeklampsi (gestasyonel hipertansiyon) ve gebeliğin kaybı gibi olumsuz gebelik sonuçlarına neden olduğu düşünülmektedir. Bu hastalıkların sebep olabileceği olumsuz gebelik sonuçlarını önleyebilmek amacıyla gebe bireylerin, gebelik ve periodontal hastalık arasındaki ilişki hakkında bilgi sahibi olmaları önemlidir. Bu çalışmada, Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan gebe bireylerin diş ve dişeti sağlığı konusundaki bilgi düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Trabzon Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesi kadın doğum polikliniğine başvuran 265 gebe dahil edildi. Araştırmacılar tarafından hazırlanan, toplamda 20 sorunun yer aldığı gebelerin, diş-periodontal sağlık ve periodontal hastalık farkındalığı ile ilgili detaylı değerlendirmenin yapıldığı anketin katılımcılar tarafından doldurulması istendi.
BULGULAR: Gebelerin %48,3’ü günde 2 kez düzenli diş fırçalama alışkanlığı olduğunu belirtirken, sadece %3,8’inin düzenli ara yüz temizleyicisi kullandığı tespit edildi. Gebelik ile ağız sağlığı arasındaki olası ilişki hakkında gebelerin %51,3’ünün bilgi sahibi olmadığı görüldü. Gebelerin %56,6’sı gebelik boyunca diş hekimine gitmeyi düşünürken; bu kişilerin dişhekimine gitme sebeplerini çoğunlukla genel kontrol amaçlı (%24,9) veya ağrılarının olması (%24,2) durumunda olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın bulguları gebelerin diş ve dişeti sağlığı ile ilgili bilgilerinin yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu sonuçlar, üreme çağındaki tüm kadınların gebelik öncesi dönemden başlayıp diş-dişeti sağlığı ve genel sağlık arasındaki ilişkinin detaylı anlatıldığı ve farkındalık oluşmasını sağlayan eğitim programlarının düzenlemesine yönelik olan ihtiyacı göstermektedir.
INTRODUCTION: It is thought that periodontal diseases cause adverse pregnancy outcomes such as preterm, low birth weight infant, gestational diabetes, preeclampsia (gestational hypertension) and abortion. In order to prevent these adverse pregnancy outcomes, pregnant individuals being aware of the relationship between pregnancy and periodontal diseases is of utmost importance. This study aims to evaluate the knowledge level of pregnant individuals living in Eastern Black Sea region.
METHODS: 265 pregnant women who have consulted Trabzon Kanuni Training and Research Hospital, Department of Obstetrics and Gynaecology were involved in this study. Participants were asked to fill out a survey composed of 20 questions in total that assessed the awareness of dental-periodontal health and periodontal diseases in detail.
RESULTS: %48,3 of pregnant women reported to brush their teeth twice a day regularly and only %3,8 were found to be using interdental-cleaning aids regularly. It was observed that %51,3 of pregnant women were not informed about the possible relationship between pregnancy and oral health. %56,6 of pregnant women reported that they considered going to the dentist during pregnancy. The majority of these participants considered going to the dentist for control purposes (%24,9) or due to pain (%24,2).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The findings of our study have shown that the knowledge of pregnant women regarding dental and periodontal health is insufficient. These results reveal the need for programs designed for all women of reproductive age where the relationship between dental-periodontal health and systemic health is explained in detail and awareness is created starting from pre-pregnancy.

DERLEME
18.
Halitosis: Periodontal hastalıklarla ilişkisi ve tedavi stratejileri
Halitosis: Relationship with periodontal diseases and treatment strategies
Ogül Leman Tunar, Gizem Ince Kuka, Hazel Zeynep Kocabaş, Ebru Özkan Karaca, Hare Gürsoy, Bahar Kuru
doi: 10.5505/yeditepe.2019.06025  Sayfalar 353 - 358
Halitosis terimi, konuşurken veya soluma yolu ile oral kaviteden yayılan hoş olmayan ağız kokusu olarak tanımlanmaktadır. Halitosis, patolojik veya patolojik olmayan nedenlerle gelişebilen, ağız içi veya ağız dışı bir kaynaktan kötü koku yayılmasına neden olan uçucu bileşiklerin gelişmesini ifade etmektedir. 2014 yılında yapılmış olan son halitosis sınıflamasına göre 6 farklı tip belirlenmiştir. Halitosis prevelansının %22 ile %50 arasında olduğu bildirilmiş olsa da halitosis görülme sıklığı ve tedavisini içeren az sayıda çalışma olması, bu konuda yapılacak çalışmalara olan ihtiyacı ortaya koymaktadır. Bu derlemede halitosis tanımı, sınıflandırılması, etiyolojisi ve güncel tedavi yaklaşımlarına değinilmiştir.
Halitosis is defined as an unpleasant odour originating from mouth during speaking or exhalation. Halitosis may be pathological or unpathological which leads to the formation of volatile compounds from an intra or extra oral source. According to a recent classification in 2014, 6 different types of halitosis have been defined. Although the prevelance of halitosis has been reported between 22- 50%, limited number of studies are available regarding the prevelance and treatment strategies. Therefore in this review, definition of halitosis, classification as well as the current treatment options have been disscussed.

19.
Çocuk diş hekimliğinde restoratif materyaller ve cam karbomerin yeri
Restorative materials in pediatric dentistry and the place of glass carbomer
Zeliha Ercan Bekmezoğlu, Özge Erken Güngör, Hüseyin Karayılmaz
doi: 10.5505/yeditepe.2019.19483  Sayfalar 359 - 365
Çocuk diş hekimliğinde geçmişten günümüze koruyucu ve restoratif amaçlı çok çeşitli materyaller kullanılmaktadır. Bu materyaller arasında amalgamlar, kompomerler, kompozitler, cam iyonomer simanlar, giomerler ve cam karbomer bulunmaktadır. Cam karbomer materyali, cam partiküllerine nano boyutta hidroksiapatit ve florapatit tozu eklenerek elde edilen, sıvısı poliakrilik asit olan biyoaktif bir materyaldir. Cam karbomerlerin neme karşı olan toleransı çocuk diş hekimliğinde bu materyalin sıklıkla tercih edilmesini sağlar. Özellikle izolasyon sağlamada zorlanılan çocuk hastalarda kullanımı oldukça yararlıdır. Cam karbomer simanların flor salınımı ve yeniden yüklenebilme özellikleri bulunmaktadır. Cam karbomerin çürük önleme ve florapatit oluşturarak mineralizasyon sağlama gibi gelişmiş özelliklerinin yanısıra Bisfenol-A ve organik çözücüler gibi çocukların sağlığına zarar verme riski olan materyalleri içermez. Çocuk diş hekimliğinde cam karbomerler pit ve fissür örtücü olarak, restoratif materyal olarak özellikle atravmatik restoratif teknikte (ART), ortodontik bant ve paslanmaz çelik kron simantasyonunda kullanılmaktadır. Derlemenin amacı son yıllarda üretilen, yeni bir materyal olan cam karbomerler simanların özellikleri ve çocuk diş hekimliğinde kullanımı ile ilgili bilgi vermektir.
A wide variety of materials are used for the purpose of preventive and restorative treatment in pediatric dentistry. Among these materials, are amalgams, compomers, composites, glass ionomer cements, giomers and glass carbomer. The glass carbomer material is a bioactive material made of liquid polyacrylic acid, obtained by adding hydroxyapatite and florapatite dust to nano-sized glass particles. The tolerance of glass carbomers to moisture is often preferred in pediatric dentistry. It is particularly useful for children who are struggling to maintain isolation. Glass carbomer cements have fluoride release and reloadability properties. Glass carbomer does not contain materials that are dangerous to children's health such as Bisphenol-A and organic solvents as well as advanced features such as anti-caries and mineralization by forming fluorapatite. In pediatric dentistry, glass carbomers are used as pit and fissure coverers, as restorative materials, especially in atraumatic restorative technique (ART), orthodontic band and stainless steel crown cementation The aim of the review is to give information about the properties of glass carbomer cement, a new material produced in recent years, and its use in pediatric dentistry.

20.
Oral mukoza hastalıklarının tedavisinde kullanılan ilaçlar
Drugs used in the treatment of oral mucosal diseases
Gökay Karapinar, Meral Ünür
doi: 10.5505/yeditepe.2019.96158  Sayfalar 366 - 373
Oral mukoza ve çevre dokular çok sayıda sistemik hastalığın belirtilerinin görülebildiği bir bölge olduğu gibi sadece oral mukozaya özgü lezyonların meydana geldiği, vücudun giriş kapısıdır. Ağız mukozasında görülen lezyonların etkeni travma, enfeksiyon, immünolojik ve idiyopatik nedenler olabilir. Oral kaviteyi örten mukoza üzerinde ilaç uygulaması eskiden beri farmakolojinin uğraşı alanı olmuştur. Sistemik hastalıkların belirtisi olarak meydana gelen lezyonlar genelde ülserasyonlar şeklinde görülmektedir. Tedavide hedef, esas olarak altta yatan sebebi çözmekle beraber hasta konforunu arttıran semptomatik tedaviler uygulamaktır. Bunlar başta ağız hijyenini düzeltmek, diyeti düzenlemekle birlikte yazıda belirtilen ilaçların uygun bir şekilde reçete edilmesiyle sağlanır. Bu derlemede oral mukozal hastalıklarla sıklıkla karşılaşan diş hekimlerinin, tedavide uygulamaları gereken ilaçlar hakkında detaylı bilgi verilmesi amaçlanmıştır.
The oral mucosa and the surrounding tissues are the entrance to the body, where oral mucosa-specific lesions can be seen, and where symptoms or signs of many systemic diseases can be observed. The etiology of the lesions occurring in the oral mucosa may be trauma, infection, immunological causes or idiopathic. Drug application onto the mucosa covering the oral cavity has long been a field of pharmacology. Lesions that occur as a symptom of systemic diseases are usually seen as ulcerations. The purpose of the treatment is to apply symptomatic treatments that mainly improve the patient’s comfort while solving the underlying problem. These are achieved primarily by correcting oral hygiene, regulating the diet, and prescribing medicines in the appropriate manner mentioned in the article. In this review, we aimed to review the drugs used in oral mucosal diseases by the dentists who frequently deal with them.

OLGU RAPORU
21.
Mandibulada Semento-Ossifiye Fibroma: 2 yıl takipli bir olgu raporu
Cemento-ossifying Fibroma of the mandible: A case report with 2 - year follow-up
Tayfun Cıvak, Faysal Uğurlu
doi: 10.5505/yeditepe.2019.28291  Sayfalar 374 - 377
Semento-ossifiye fibrom; normal kemiğin çeşitli miktarlarda mineralize materyal ihtiva eden fibröz doku ile yer değiştirdiği iyi huylu fibro-osseöz bir lezyondur. Yaşamın sıklıkla 3. ve 4. dekadında etkilenen hastalarda kadınlar erkeklere oranla daha fazla etkilenmektedir. Lezyon eğer tedavi edilmezse genellikle giderek büyüyen bir davranış ortaya koyar ve oldukça geniş boyutlara ulaşabilir. Ossifiye fibromlar, gerçek birer neoplazm oldukları için fibröz displaziler ve osseöz displaziler gibi diğer fibro-osseöz lezyonlara göre daha kapsamlı tedavi gerektirirler. Bu makalede klinik, radyolojik bulguları, histopatolojik özellikleri, cerrahi tedavisi ile birlikte 2 yıl takipli bir semento- ossiyife fibrom olgusu sunulmuştur.
Cemento-ossifying fibroma is a benign fibro-osseous lesion in which normal bone is replaced by fibrous tissue containing variable amounts of mineralized material. Patients in the 3rd to 4th decades are most affected, with a high female-to-male ratio. The lesion can attain a huge size that commonly presents as a progressively growing behaviour if left untreated. Ossifying fibromas require more extensive treatment than other fibro-osseous lesions, such as fibrous dysplasias and osseous dysplasias, because they are true neoplasms. This paper reports a case of a cemento-ossifying fibroma, together with the clinical, radiological, and histopathological features, surgical treatment, and findings at the 2-year follow-up.

22.
Erişkin Hastada Ön Açık Kapanışın Zygomatik Ankraj ile Tedavisi: Bir olgu sunumu
Anterior Open Bite Treatment with Zygomatic Anchorage in Adult Patient: A case report
Defne Çaldemir Yanık, Pınar Ünlü Kutay, Sönmez FIRATLI
doi: 10.5505/yeditepe.2019.14622  Sayfalar 378 - 382
Bu olgu bildirisinde zigomatik bölgeye yerleştirilen miniplaklar aracılığıyla maksiller posterior dişlerin intrüzyonu ile tedavi edilmiş dişsel sınıf II ve anterior ön açık kapanışın tedavisi sunulmuştur. Esas şikayeti ön açık kapanış olan 17 yaşındaki kadın hasta konveks profile, belirgin olmayan çene ucuna, önde konumlanmış dudaklara ve düz bir gülümseme hattına sahipti. Ağız içi incelemede 3 mm ön açık kapanışla birlikte sınıf II molar ve kanin ilişkisi, premolar bölgesinde dişsel çapraz kapanış mevcuttu. Sefalometrik analiz değerlerinde high angle iskeletsel yapı, artmış maksiller posterior dentoalveolar yükseklik ve alt yüz yüksekliği, artmış üst ve alt kesici eksen eğimleri tespit edilmiştir. Tedavi planı maksiller posterior dişlerin akrilik splint tip aparey üzerinden zigomatik bölgeye yerleştirilen miniplaklar aracılığıyla intrüze edilmesi ve ardından sabit ortodontik mekaniklerle tedavi edilmesi olarak belirlenmiştir. Tedavi ile elde edilen molar intrüzyonu sonunda mandibulanın saat yönünün tersi yönünde oto rotasyonu ile alt yüz yüksekliği ve dentoalveolar kompleksin dik yön boyutlarında azalma, konveks profil ve önde konumlanmış dudak görünümünde iyileşme, ön açık kapanışın düzeltilmesi ile birlikte sınıf I molar ve kanin ilişkisi sağlanmıştır. Ön açık kapanış tedavisinde iskeletsel ankraj ünitesi olan zigoma miniplaklarının uygulanması, kullanışlı ve etkili bir yöntemdir.
This case report presents a dental class II malocclusion with anterior open-bite patient treated by zygomatic miniplates through the intrusion of maxillary posterior teeth. A 17-year-old female patient, whose chief complaint was anterior open bite, had a convex profile, retrusive chin, protrusive lips, flat smile arch. Intraoral examination showed Class II molar and canine relationship with 3 mm anterior openbite and dental crossbite in premolar region. Cephalometric tracings revealed a high angle vertical relationship, increased maxillary posterior dentoalveolar height, increased lower facial height, proclined upper and lower incisors. The treatment plan was intrusion of maxillary posterior teeth with acrylic splint type appliance by using zygomatic anchorage and fixed orthodontic mechanics. At the end of the treatment, due to molar intrusion and upward and forward rotation of mandible; anterior lower facial height and vertical dimensions of dentoalveolar complex were decreased, convex profile and protrusive lips was improved, anterior openbite was corrected, Class I molar and canine relationship were achieved. Anterior open-bite treatment by using zygomatic miniplates, which provide skeletal anchorage to intrude the maxillary posterior teeth, is a versatile and an effective method.

23.
Dilde mikroinvaziv karsinom: Bir olgu sunumu
Microinvasive carcinoma of the tongue: A case report
Erdoğan Fişekçioğlu, Belde Arsan, Gözde Turgut, Gürcan Vural
doi: 10.5505/yeditepe.2019.37232  Sayfalar 383 - 386
Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre oral skuamöz hücreli karsinom oral kavitenin en sık gö-rülen malignitesidir. Teşhis ve tedavideki ilerlemelere rağmen hastaların 5 yıllık sağkalım oranları belirgin bir şekilde iyileştirilememiştir. Oral kanserlerin erken evrede teşhisi bu sebeple önemlidir. Kliniğimize başvuran 55 yaşında erkek hasta sistemik olarak sağlıklıdır ve sigara kullanmadığını belirtmiştir. Hastanın yapılan ağız içi muayenesinde dil lateralinde yüzeyden kabarık hiperkeratotik lökoplaki tespit edilmiştir. Hasta lezyonun varlığından haberdar değildir ve herhangi bir klinik semptom yoktur. Eksizyonel biyopsi sonrasında yapılan histopatolojik incelemede yüksek dereceli displazi görülmüştür. Mikroskopik bir odakta bazal membran devamlılığının bozulduğu ve mikroinvaziv patern geliştiği gösterilmiştir. Histopatolojik olarak mikroinvaziv karsinom tanısı konulmuştur. Mikroinvaziv karsinom en erken evre malignitedir ve oral kanserlerin bu evrede teşhis edil-mesi, prognozun iyileştirilmesi ve sağkalım oranlarının arttırılması için önemli bir yere sahiptir.
According to World Health Organization Report oral squamous cell carcinoma is the most common malignancy of the oral cavity. Despite many diagnostic and therapeutic advances patients' 5-year survival rates have not been significantly improved. Early diagnosis of oral carcinoma is the-refore important. Systemically healthy, 55 year-old male patient referred to our clinic stated that he does not smoke. Hyperkeratotic leukoplakia was observed on the lateral side of the tongue. The patient had no symptoms and the lesion was observed incidentally. The histopathological examina- tion, which was performed following excisional biopsy showed high grade dysplasia. Basal memb-rane continuity was lost in a microscopic focus and microinvasive pattern was observed. The diag-nosis was established as microinvasive carcinoma. Microinvasive carcinoma is the initial stage of malignancy and the diagnosis of such lesions at this stage is important for the improvement in prognosis and survival rates.

LookUs & Online Makale